Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 0 | 0 | |
EURO | 0 | 0 | |
Gölbaşı’ndaki fabrikamızın nakış bölüm müdürü Mustafa Bey acı bir sesle:
-Haberin yok mu? Deprem oldu.
Ben:
-Eyvah! oraya gönderdiğimiz aileler nasıl?
Mustafa Bey:
-Kimseye ulaşamıyoruz.
Eyvah eyvah! Vicdan azabı başladı. Ya bir şey olduysa? Uzun uğraşlardan sonra iyi olduklarını haberini aldık.
Bir taraftan hazırlıklara başladık. Arabamızı erzak valizini ve kar lastiklerini takıp yola çıktık.
Trabzon fabrikadaki kardeşim Muhammed ve elemanı da bir minibüs ayarlayıp, içini Trabzon ekmeği, mercimek ve diğer gıdalar ve su ile doldurup yola çıktı.
Kardeşim dağlardan gelirken çığ tehlikesi atlattı. Biz giderken kar kış fırtına yolda onlarca kaza ve araçlar …
Göksun’dan geçerken yıkılmış binaları gördük, Kahramanmaraş’ı geçerken ana caddede bir sıkıntı yoktu. Dönüşte birkaç yıkık fabrika gördük. Pazarcık’a vardığımızda ana caddede büyük binalardan 5-10 tane yıkılmış bina görüldü. Bir askeri ekip ve Kızılay’ı gördük. Askerler, enkazda kurtarma çalışmaları yapıyor, Kızılay ise yardım dağıtıyordu.
Dehşet içinde, karanlıkta kar kış fırtınada ilerledik Pazarcık’ta. Çünkü hedefimiz Gölbaşı’ydı. Gün içinde Gölbaşı’ndan haberler alıyorduk. Yollar paramparça. Kimse yerinde kımıldayamıyor. Herkes şaşkınlık içerisinde ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Çünkü belediyesi, polisi, askeri onlar da enkazda kalan ailelerine yardım etmekle meşgullerdi. Kaymakam ve belediye başkanı çaresiz. Kime yetişecekler? Kaymakam ve belediye başkanı çaresizlikten ağlıyor…
Personelimizden iyi olanlar elleriyle enkazdan insan çıkarmaya çalışıyorlardı. Başka bir yerde personelimiz enkazdan çıkarılırken ikinci deprem oluyor, herkes kaçışıyordu. Korku ve dehşet bir arada, ağlamalar bağrışmalar, avazı çıktıkça ayyuka çıkmış durumdaydı. Talimatla hepsine otogara toplanın dedik. Toplandılar. Sonra bir köye yerleştiler.
Biz gece saat 02.00’ye doğru vardık Gölbaşı’na. Aman Allah’ım! Gölbaşı’nın girişinden sonuna kadar sağlı solu, sağlam bir bina kalmamış. Deprem Gölbaşı’nı yutmuştu adeta. Yollar patlamıştı. Gün içinde biraz düzeltmişlerdi ama yine de ilerlemekte zorlanıyorduk. Kar yağıyor, rüzgâr, dondurucu bir hava, dehşet bir filimdeymişiz gibiydi her şey. Şaşkındık! Yola arabayı park ettim. Erzak dolu minibüsü köye sördük. 7 kişiydik. Biz de yürüyerek, o karlı yolda köy evine vardık. Tir tir titreyerek vardık köy evine. 20 kadar araç vardı ama insanlar neredeydi? Karanlıktı, evin arkasında dev bir çadır vardı. Kapısını araladım. Ne göreyim? Çadırın ortasına bir soba kurulmuş. Etrafında halka halinde 200 kişi üste yaslanmış ısınmaya çalışıyorlar. Yorgun, argın, korkulu gözlerle göz göze geldik. Dışardan ilk biz gelmiştik buraya. Sanki kurtarıcıları gelmiş gibi bize baktılar, mutlu oldular. Bizi gördükleri için korkuları telaşları azalmaya başlamıştı.
Saat gece 3’tü artık. Arabalarda uyuyanlar bizi görünce onlar da sevindiler. Birbirimize sarıldık. Ağlaştık. Korkularını, yaşadıklarını, heyecanlarını anlatıp durdular. Herkes aç ve susuzdu. Getirdiğimiz erzak ve ekmeği indirmeye başladık, yemek yapmak için bir program yaptık.
Üşüdüm. Yoldaki arabana gittim. Uyumaya çalıştım. Sarsıntılar devam ediyordu. Hep besmele çektik. Sabah 05.00’e yaklaşıyordu, 24 saattir uykusuzduk. 05.00 sularında 5,5 şiddetinde bir artçı ile daha sarsıldık. Araba sanki yerde kalkıp takla atacak gibiydi. Kendimizi arabanın dışına attık. Yapacak bir şey yoktu. Uyumalıyım ki; sabah depremzedelere yardımcı olabilelim. Güzelim şehirde her şey yok olmuş gibiydi. Depremzedelerin gözleri bizdeydi, güçlü ve zinde olmalıydık. Sabah kahvaltılarını verdikten sonra şehre indik. Fabrikaya gittik.
Gündüz gözüyle baktığımızda yaşanan dehşet bir o kadar daha arttı. Gerçekten şehirde taş üstünde taş kalmamış gibiydi. Yol namına hiçbir şey yoktu artık. Fabrikaya geçtik. Şükür küçük hasar dışında işletmeye zarar verecek bir durum yoktu. Ama inşaat aşamasındaki bina çökmüştü. Sundurmalar yıkılmıştı. Sağlık olsun dedik. Can kaybımız yoktu şükür. Gergerli firma Medine Nur Tekstil binası yıkılmıştı ama can kaybı yoktu. Gergerli İplik Fabrikası çok kötüydü, yıkılmıştı, yanıyordu. Enkaz altında gece vardiyasında çalışan insanlar vardı. Bizim bir personelimizin kızı da orada enkaz altında kalarak hayatını kaybetmişti. Fabrikada organize olduk. Muhakkak fırın açtırmalıydık. İnsanlar açtı, 2 gündür kimsenin boğazından bir lokma geçmemişti. Fırıncıyı aradık bulduk ve fırını açtırdık. Halka bedava ekmek dağıttık. Fırıncının annesi, babası, karısı, çocukları arabanın içinde, fırının önünde beklerken fırıncı da ekmek yaptı. Ama halk 2 yerine 19 ekmek istedi. Fırıncı da idare ettirmeye çalıştı. Halk fırıncıya beddua edince, akşama doğru “Bunlara iyilik yaramaz” deyip, fırını kapatıp Mersin’e kaçtı.
Biz umudumuzu kaybetmedik ama çaresizdik. Elimizden bir şey gelmiyordu. Suriyeliler ve çingeneler marketleri, eczaneleri yağmalıyorlardı. Birader bir eczanenin önünde durarak rastgele ilaç almalarını engelledi ve onları sıraya koyarak ihtiyaçlarını vermeye başladı. Bir düzen getirdi. Bu sırada eczane sahibi de geldi, doğru ürün dağıtmaya yardımcı oldu. Mahallede, çarşıda geziyorduk. Tek tük enkazlarda çalışmalar vardı. Enkazın başında ateş yakıp oturmuş, yardım bekleyen aileler vardı. Çalışan bir ekibe yanaştık; asker ağlıyor polis ağlıyor. Adamlar, kadınlar ağlıyordu. Bir gence sordum durumu. Gencin ağlayarak “Bu taraftan ablamın cesedini çıkardık, öbür taraftan anamın cesedi çıkacak” demesiyle dayamadık, yürek dayanmazdı bu acıya, oturduk onlarla beraber bizde ağladık.